Page 28 - KÜÇÜKÇEKMECE İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ DERGİSİ
P. 28

yarı göçebe kültüre mensup popüler bir sufi vasıtasıyla girmiş   ismini  belki  bildikleri,  fakat  pek  önemsemedikleri  Yunus
           olmasıydı.  “Mevlânâ,  sufiyane  düşüncelerini  İranî  yüksek   Emre’nin  aslında  büyük  bir  şair  olduğunu  Köprülüzâde’nin
           tasavvufun dili Farsça ile terennüm ederken o, popüler Türk   1913  yılında  Türk  Yurdu  mecmuasında  yayımlanan  iki
           tasavvufunun  Ahmed-i  Yesevî’den  beri  geleneksel  dili  olan   makalesinden öğrendiler. Ancak bu makaleler de büyük şairin
           Türkçeyi  kullanıyordu.  Yunus  Emre  bunu  şuurlu  bir  millî   yeterince  tanınıp  anlaşılmasını  sağlayamadı;  tek  ciddi  katkı
           duygu ile değil, çok tabii olarak içinde yaşadığı sosyo-kültürel   Rıza Tevfik’ten gelmişti. Halk şiirine özel bir ilgi duyan ve o
           ortamın bir gereği olarak yapıyordu.               yıllarda  Bektaşî  dergâhlarına  devam  eden  Feylesof,  Büyük
                                                              Duygu  mecmuasında  yayımlanan  “Yunus  Emre  Hakkında
              Bu  tespitler,  hiç  şüphesiz  Yunus  Emre’yle  ilgili  bütün   Biraz  Daha  Tafsilat”  başlıklı  yazısına,  Köprülüzâde’nin  çok
           tasavvur ve yorumların altını boşaltmakta, hepsinin bir çeşit   faydalı  bulduğu  makalesini  “ikmal”  etmek  amacıyla  bugün
           “gelenek icadı” çabası olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.   ciddiye almadığımız iddialarda bulunmuştu.

              Yunus Emre’yi Türkiye’de ilk kim ve ne zaman keşfetti?   Yunus  Emre  hakkındaki  makaleleri  yayımlandıktan  kısa
           Yani  Osmanlı  ve  Cumhuriyet  dönemlerinde  Yunus  Emre   bir  süre  sonra,  Ziya  Gökalp’ın  tavsiyesiyle,  henüz  yirmi  üç
           algısı nasıl doğdu?                                yaşında olmasına rağmen Darülfünun’a Türk Edebiyatı Tarihi
                                                              muallimi olarak tayin edilen Köprülüzâde boş durmamış, söz
              Önce şu gerçeği ifade etmeliyim: Yunus’un sesi, yedi yüzyıl   konusu makalelerindeki tezini temellendirmek için hummalı
           öncesinden,  zamanın  bütün  engebelerini  aşarak  bugüne   bir  şekilde  çalışmış  ve  Türk  Edebiyatında  İlk  Mutasavvıflar’ı
           ulaşan bir sestir. Bu seste Anadolu coğrafyasının tadı tuzu,   yazmıştı.  1919  yılında  basılan  bu  abidevî  eserin  birinci  ana
           sularının  çağıltısı,  rüzgârlarının  uğultusu,  dağlarının  yankısı   bölümünde Ahmed-i Yesevî, ikinci ana bölümünde de Yunus
           var. Bu sebeple hiç unutulmadığı için keşfedilmesi de aslında   Emre  ele  alınıyordu.  Köprülüzade’nin  bu  kitapta  savunduğu
           söz  konusu  olamaz.  Şiirleriyle  yüzyıllardır  halkın  duygu  ve   görüşleri  anlatmaya  kalkışmak,  röportajınızın  boyutlarını
           düşünce dünyasını besleyen Yunus Emre’nin divanı, tekkelerin   çok  aşar;  yalnız  Yunus’un  Türklüğünü  önemle  vurgulayarak
           tükenmez söz hazinesiydi; yazma ve taşbaskısı nüshaları elden   büyük  bir  hızla  dağılan  Osmanlı  İmparatorluğu’nun  enkazı
           ele dolaşır, aralarında Dede Efendi, Zekâî Dede ve Kazasker   altında şaşkına dönen aydınlara tutunacak bir dal uzattığını
           Mustafa İzzet Efendi gibi büyüklerin de bulunduğu bestekârlar   söyleyebilirim.
           tarafından bestelenen ilâhileri imparatorluk coğrafyasının en
           ücra köşelerine kadar ulaşırdı. Ama bu göz önündeki gerçeğin   Türkiye’de  çeşitli  sınıfların  Yunus  Emre  yorumları  ve
           ve Yunus’un Türk dili, düşüncesi ve edebiyat tarihi bakımından   algıları da birbirinden farklı olduğu görülüyor. Siz bu durumu
           taşıdığı önemin fark edilebilmesi için Köprülüzâde Fuad Bey’i,   farklılık mı yoksa çeşitlilik olarak mı izah ediyorsunuz?
           yani  Fuat  Köprülü’yü  beklemek  gerekiyordu.  Türk  aydınları,
                                                                 İmparatorluktan milli devlete geçiş sürecinde tutunacak
                                                              dal arayan aydınlardan söz ettim ya...İmparatorluk ve onunla
                                                              birlikte koskoca bir medeniyet tasfiye edilirken Yunus Emre’nin
                                                              omuzlarına çok ağır bir yük yüklenmişti. Ayaklarının altındaki
                                                              zeminin kaydığını hisseden “bağrı başlı” aydınların tutunmaya
                                                              çalıştıkları  can  simidiydi  o.  Sanki  bin  yılda  başka  hiçbir  şey
                                                              üretmemiş,  başka  bir  şair  ve  düşünür  yetiştirememiştik,
                                                              sadece o vardı; sanki o Sarıköy’de dünyaya gelmemiş olsaydı,
                                                              Türkçe  sırra  kadem  basacak,  Türk  kimliği  yeryüzünden
                                                              silinecekti. İşin tuhafı, Yunus hakkında yazıp konuşan hiçbir
                                                              aydının çizdiği portre, diğerininkine benzemiyordu. Birbiriyle
                                                              çatışan,  birbirini  yok  sayan  Yunuslar  doğmuş  ve  mesele
                                                              edebiyat  tarihinin  sınırlarını  aşmıştı.  Mesela  Yunus  Emre
                                                              Oratoryosu etrafında müzik tarihimizin kavgalarını ele almak
                                                              mümkündür. Politikacılar bile mensubiyetlerine göre Yunus’u
                                                              farklı okuyor, farklı yorumluyorlardı. Hasan Âli Yücel’in Yunus’u
                                                              başkaydı, Hasan Celâl Güzel’in Yunus’u başka... Fakat bütün
                                                              farklı görüşleri ve okumaları birleştiren bir gerçek vardı: Yunus
                                                              Emre sevgisi ve bu sevgi etrafında oluşan, yazılıp çizilenleri
                                                              okurken  aklı  başında  herkesin  yüzünde  tebessümlere  yol
                                                              açacak mübalağalı bir romantizm...

                                                                 Bizde  olmadığını  düşündüğümüz  ne  varsa  kim  varsa
                                                              onda  arayıp  buluyorduk;  o  bizim  Sokrates’imiz,  Dante’miz,
                                                              Petrarca’mız,  Erasmus’umuz,  François  Villon’umuz,  Blaise
                                                              Pascal’ımız,  Nietzsche’miz,  hatta  Freud’umuzdu.  Herkesin
                                                              Yunus’u  sevmesi,  sadece  metinden  hareketle  onda  kendi
                                                              dünya  görüşünün  ifadesini  bulması  güzeldi,  fakat  bazen
                                                              çok  aşırıya  kaçılıyordu.  Onun  din  ve  tasavvufla  alâkasının
                                                              bulunmadığını  iddia  edenler  bile  çıkmıştı.  Sabahattin
                                                              Eyüboğlu’nun 1966 yılında neşredilen Yunus Emre’ye Selâm
                                                              isimli kitabını okuyunca çok rahatsız olduğumu hatırlıyorum.
                                                              Bu  meseleler  üzerinde  düşünürken,  aşırı  yorumlardan  çok



            26 KÜÇÜKÇEKMECE MİLLÎ EĞİTİM
   23   24   25   26   27   28   29   30   31   32   33